Hayalindeki netler. İhtiyacın olan her şey. Tek platform.

Soru çözüm, yayın seti, birebir rehberlik, canlı dersler ve daha fazlası Kunduz’da. Şimdi al, netlerini artırmaya başla.

Soru:

5. ÜNİTE - Ya bunu yap, ya da beni vur. Yeni yeni kendini toparlamaya başlayan Küçük Ağa bir defa daha şaşaladı: -Seni mi vurayı

5. ÜNİTE
- Ya bunu yap, ya da beni vur.
Yeni yeni kendini toparlamaya başlayan Küçük Ağa bir defa daha şaşaladı:
-Seni mi vurayım?
- Vur ya... Sen istemesen bile dediğimi yapmazsan ben seni zorlarım beni vurmaya. Işte sana bi de ye
edeyim. Yalnız beni vurm

5. ÜNİTE - Ya bunu yap, ya da beni vur. Yeni yeni kendini toparlamaya başlayan Küçük Ağa bir defa daha şaşaladı: -Seni mi vurayım? - Vur ya... Sen istemesen bile dediğimi yapmazsan ben seni zorlarım beni vurmaya. Işte sana bi de ye edeyim. Yalnız beni vurmakla da kurtulamayacan, benim ardımdan haftada bi, on günde bi, bi başka arkada gelip seni bulacak, onlar da aynı şeyi deyecek sana. Gerisini var sen düşün gari, Hoca Efendi. Ya elini mas Salih'in yanlamasına tuttuğu parabellum ocağın alevleri ile menevişleniyor, Küçük Ağa da gözlerini bu ke ların kanıyla kirletip duracan, ya da dediğimi yapacan. disine uzanmış, titremeden duran gergin elden ayıramıyordu: -Koy cebine onu, dedi. Dalgındı, kendi kendine söylenir gibiydi ve sanki Salih orada yoktu veya onu unutmak, yoka saymak is yordu. Çolağın bu jesti "Kırkıncı Oda"nın kapısına indirilen bir tekme, yaraya vurulan bir neşter olmuştu. Şimd yasak odanın kapısı ardına kadar açık, yara meydanda idi ve Küçük Ağa aylardır küllemeye çalıştığı, üstünde atlayıp geçtiği buhranın tam ortasına düşmüştü. Öyle işte: Ya onu, ya ötekini seçmeliydi. Sırf canını korumak için yaşayacak, dünyayı bu vahşi endişede ibaret sayacak adam mıydı İstanbul'lu Hoca? - Haydi sen git, diye yarı rica, yarı öfke dolu bir sesle mırıldandı. Salih'in eli hep öyle gergin ve titremeden uzanmış duruyor, bu nasırlı, bu kırış kırış eldeki parabellumda alevler boyuna yankılanıyordu. - Bağışla amma, karar hincik verilsin derim Hoca Efendi! - Bana "Hoca Efendi" deme. Benim adım Küçük Ağa'dır. Küçük Ağa artık yalnız kaçamak arıyordu. Salih'in gönlünü kararıyla ilgisiz bütün duygu ve düşüncelere kapadığını, pazarlığın hiçbir çeşidini umursamayacağını iyice anlamıştı. Fakat kendisinin de beş dakikacık ol- sun yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Hayır, düşünmek, karar vermek için değil. Küçük Ağa kaderinin ne olduğu daha Salih tabancasını çıkarıp teklifini yapınca anlamıştı. Bir şimşek sezişi idi bu. O kadar kesin, o kadar karşı durulmaz!.. Ama beş dakikacık, hiç değilse beş dakikacık!.. Bu lâzımdı işte. Hani insan darda kalır da bir baba, bir dost yadigârını satar ya. Hani insan o işte bile mahkûmiyetini bile bile oyalanır, pazarlık kesildiği halde şöyle bir yalnız kalmak ister ya, Küçük Ağa'nın duyduğu işte o isteğin devleşmiş, gönlü yamyassı ediverecekmiş gibi bastıran hali idi. - Ne sen beni vurabilirsin, ne de ben seni. Allah korusun. Bir dolaş gel. Yalvarmak sırası Salih'de idi. - Yemin ettim amma Hocafen... şey... Ağa... Yemin ettim, olmadan bi adım atmayacam deye. Küçük Ağa'nın içi heyecanla dalgalandı, gözleri sıcak sıcak oldu. Dov devz - Hele sen biraz git. Artık sadece yalvarıyordu. Salih bunu anladı ve elinin titremesini önleyemedi. Küçük Ağa aynı fısıltılı sesle ilâve etti: gün 130 F H -Tamam, tamam. Kabul, Sonra konuşuruz. Yahut sen otur da ben biraz dolaşayım. Ve kalktı, hemen dışarı çıktı. Ayaklarında dolakları bile yoktu ama, çamlığa kadar tırmandı, patika boyunca iki kilometre kadar yürüdü. Bu sırada gözleri yanan Küçük Ağa, şıpır şıpır ağlayan da ocağın başında Salih idi. O gece baş başa verip ne yapacaklarını konuştular. Çolak: - Benim aklım incesine ermez, diye işin içinden sıyrılıvermişti. Sal dos hec uy