c 18. Küçük bir çam ormanı... Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi... Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaç larda güneş parçala
c 18. Küçük bir çam ormanı... Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi... Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaç larda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek Yazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Bu metinde kullanılan söz sanatının benzeri aşağıdakilerin hangisinde kullanılmamıştır? A) Köyde ona "Kör Mustafa" derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazı ile göz kapağı arasında ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur? Yoksa çocukken bir şey mi batmıştır? Bu arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı daha zekidir. Bana bir kamburu hatırlatıyor bu göz, tuhaf değil mi? Bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları! B) Bizim köyün lodos tarafı gayrimeskúndur. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, koca yemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç hâline gelmeden ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundaliklar Fino Kilisesi'nin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, bir papaz funda lıkları bizimdir, diye arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü orman memuru buraları Orman Kanunu mucibince orman addeder. C) Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem. Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayık- ladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere sere geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki... Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak mecburiye- tinde idi. Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş... Bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, koca yemiş, diken, ot, kök ile mücadele ediyordu. D) Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamu- dunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince zehirli bir diken başparmağını şişirirdi. Kazma körlenir, kürek bulamaz, taş yar gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir. Omuzları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvveti ile 806 dayanır; onu yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman par- makları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı.